hangi oje yakışmazki kız sana?
Yıllar yıllar uzun yıllar önceydi. İlkokul 2 bilemedin, nerden bileceksin tabi, 3. Sınıftaydım. O yıllarda yıllar şimdiki gibi kısa değildi. Uzun yıllar önce yıllar uzundu ve ben o uzun yıllarda süper para biriktirirdim. Alacak hiçbir şeyim yoktu. Gözüm yükseklerde de değildi. Zaten hep en iyi mağazalardan alışveriş yapardık. Saran vardı. Ayakkabımızı da kazaklarımızı da oradan alırdık. Tek bir hayalim vardı. Aslında iki hayaldi. Birisi olmazsa öbürü. Ya Erol Evginle evlenecektim ya da Ahmet Özhan’la. Her ikisini de seviyordum. Önde zeytin ağaçlarını da, arkada Kabe’nin yollarını da, sarı çiçeklere sorulan soruları da. Belki de biriktirdiğim parayla AEG lavamat alırdım evlenirken. En önemli, beni en çok heyecanlandıran çeyizim çamaşır makinesiydi. Ama hem Ahmetle hem de Erolla evlenirsem param yetişmeyebilirdi. Arada Nilüfer çıkardı. Bir mahzun mor menekşe derdi. Annem mutfaktan koşarak gelir, sandalyeye oturur, hayranlıkla onu izlerdi. Ben daha güzeldim halbuki. O pırlanta gerdanlığı ben taksam, üzerime mor tül alsam aynı Nilüfer olabilirdim. Annem evden gidince denerdim. Gerçi mor tülümüz yoktu ama perdemiz vardı. Beyazdı ama olsundu. Ablalarımla beraber aynı odada yatardık. Ben uyuduktan sonra (güya) okulda olanları anlatırlardı birbirlerine. Büyük olanın içinde kendinin de olduğu hiç anısı olmazdı. Hep rehayı, özgürü, gülşeni, sibeli anlatırdı. Özgürün ananesinin uçak alacak kadar parası vardı sanırım. Çünkü uçağı olmasaydı İstanbul'a nasıl uçakla gidecekti ki? Alper şakacıydı. Ama ablam rehayı seviyordu. Defterinin arasından Reha adlı bir şeker kağıdı çıkmıştı. Küçük olanı seven birkaç kişi vardı. Bir tanesi oldukça yakışıklıydı. Bizim mahallede oturuyordu. Abuzer beyin oğlu yada torunu, ya da yeğeniydi. Büyük ablanın okulu tüm gündü. Öğle yemeğini okulda yerdi.aldığı haftalık ancak yemek parasını denkleştiriyordu. Peki o zaman okulda eve gelmek için otobüs biletini nasıl alıyordu? Küçük olana da babam çok para vermezdi. Hatta hiç vermezdi. Peki hiç para vermiyorsa bana nasıl çokoprens, çilekli kalem alırdı anlamazdım. Çok üzülürdüm onlar için. Benim hep param olurdu çünkü. Fener gol atınca para alırdım, kebap, pirzola yediğimde para alırdım, hem de kemik başına. Hatta benim alacağım paranın yarısını ablama verip onların kemiklerini satın alırdım. Bu ticaret bugün vergi iade fişleri için yapılıyor. Fişler satın alınıyor, sonra iadeleri sana kalıyor. İşte o uzun yıllarda çok acırdım ablalarıma. Onlar da bilirlerdi kendilerine acıdığımı. Anneler günü için hediye alacağımız zaman en çok parayı benden isterlerdi. İlk yıl çay bardağı almıştık anneme, ikinci yıl çay tabağı, üçüncü yıl çay kaşığı. Annem çayı severdi ya onun için, ya da ablamın misafir ağırlama sevdası için. Bilmiyorum. Zaten ortaklığımız çay tepsisi boyutuna gelmeden bitmişti. İlk tırnak cilamızı alacaktık. Ben de ortak olmak istemiştim. Emine vardı bizim sınıfta. Tırnaklarını yerdi. O kadar yerdi ki tırnaklarının etrafı kıpkırmızı olurdu. Çok kıskanırdım o kızı. Sarışındı. Annesi babası üniversitede hocaydı. Servisten inince yaklaşık 2 kilometre yürüdüğünün farkında olacak kadar zekiydi. Geçen gün ölçtüm. Gerçekten de nizamiye ve lojmanların arası yaklaşık 2 kilometreydi. Ben tırnak yiyemezdim. Midem bulanırdı ama sırf emine ye benzemek için teneffüste kırmızı kalemi tükürükleyip tırnağımın etrafını boyardım. Bu tırnak cilasıyla emine ye müthiş hava atabilirdim. İçindeki bu duygular nedeniyle ablalarımın beni her ne olursa olsun o ojeye ortak etmelerini sağlamalıydım. Dedikleri fiyata razı oldum. Hevesle sürdü ablam cilayı. Süper görünüyordu tırnaklarım. Sanki su böreğini elinle yemişsin de yağdan tırnakların parlıyor gibiydi. Ama ojenin kokusu yağınkinden daha güzeldi, elini saçına götürebiliyordun. Üstelik tüm elin de parlamıyordu. Akşam oldu. Yemeğimizi yedik. Sofradan kalkmıştık sanırım. Zaten bizim evdeki bütün kavgalar yemek öncesi masa hazırlanırken, yemek sırasında ya da yemek sonrası masa silinirken olurdu. Sırf et yemem için bana para veren adam neden bu saatlerde kavga çıkarıp yemek yememizi engellerdi anlamıyorum. Elimi tuttu. Muhtemelen bulaşıklar yıkanmış, kalan yemek küçük kaplara çekilmiş, çay suyu konmuştu ki annem de yanımızdaydı. Senin tırnakların neden parlıyor bu kadar, benimkiler neden parlamıyor diye sordu. Annem hemen araya girmişti. Zaten 2 kişi arası hep birileri girsin diye boş bırakılırdı bizim evde. Gençlikten dedi. Sen onun yaşında değilsin ki deyip babamı cidden kandırdığımızı sanıyordum. Ama gerçek şu ki bu olay ablalarımın bir daha cilayı kullanmalarına engel oldu. Ancak kaçan çoraplarına sürebilmişlerdi o servet değerindeki ojeyi.
Aradan uzun yıllar geçti. Ve artık yıllar eskisi kadar uzun değildi. Eskisi gibi para da biriktiremiyordum. Ablalarım evlendi. Şimdi yalnız uyuyorum. Alper’in 2 oğlu oldu. Ne yaparsam yapayım nilüfer kadar güzel olamayacağımı anladım. Ahmet de Erol da düştü gözümden. Artık onlar beni istese bile ben onları istemem. Ahmet kendini tasavvufa verdi. Erol da kel zaten, hem boyu kadar oğlu var. Olmaz canım. Olur mu hiç öyle şey. Lavamat artık üretiliyor mu bilmiyorum. En azından reklamları hiç çıkmıyor. Zaten bizim makine arçelik ve oldukça memnunuz. Çeyiz derdim de yok. Her gece istediğim renk ojemi sürüyorum. Saçımı boyatıyorum. Baharda yeşil mavi mor yaptıracağım. Yemek yediğim için üstüne para aldığım günler geride kaldı. Her şey değişti. En önemlisi de artık yemek öncesi, sonrası tırnağımıza bakan kimse yok. Az şey mi bu?