thaysanura

Beyninizi tokatlayan blog

Pazar, Ocak 29, 2006

Patlamış Hikaye

Patlamış mısır nasıl icad edildi acaba? Bu konuda hiç araştırma yapmadım, yapasımda yok tabi..kendi kendime tahminlerde bulunacağım. Bir normal mısırın bir astronot kafasına-başlığına-, yemek masasına, koyuna, bir cadının burnuna, domuza, köpeğe ve envai çeşit canlı cansız varlığa benzemesine neden olan ısıdır. Mısır ve ısı ilk nerede buluşmuş olabilir ki?

Tahminime göre vakti zamanında bir mısır ambarı varmış. Bu ambar köyün en zengin kişisininmiş. Bu zengin kişinin birde pek fazla olmasada idare edebilecek güzellikte bir kızı varmış. Bu kız kahyanın oğluna aşıktır, oğlan da daha iyisini mi bulacak o da bu kızcağıza aşık tabi. Zaten hep bir arada oynamışlar, köyde bir tane okul olduğu için aynı okula gitmişler, matematik yazılısına beraber çalışmışlar ve tabi sonunda ateş ve barut hikayesi ateş kızın evinin bacasını sarmış. Ama bu sarış deyim olan sarma değil, aslen sarmadır. Kızın annesi ve babası kasabaya tuvalet kağıdı, strech film, oda parfümü, kumandaya pil falan almaya gitmiş. Yanlarında da evde çalışanlar, onlarda kendilerine birseyler alacaklarmış. Ne alacaklarını tam olarak bilmiyorum. Zaten kasabaya inince alacak bir şeyler mutlaka bulunur. En azından kontor falan alınır. Neyse kız evde yalnız. Annemler gelmeden şu mercimeği fırına vereyim demiş..gel gör ki uzun süre fırında kalan mercimek bir süre sonra kömür haline gelmiş, kömür hemen ocağı, ocak mutfağı, mutfak malikaneyi, malikane ahırları, koşarak ahırlardan ambarlara kaçan hayvanlarda ambarı yakmış. Ambardaki mısırlar bu koşarak yanan, yanarken koşan Yadigarlar'ın ateşiyle birer birer patlamış. Tüm köy bir anda patlamış mısır olmuş. Peder bey köye yaklaştığında etrafta hayatında ilk kez patlamış mısırları görür ve çok şaşırır. Gittikçe mısırlar artar, herkes bu yerdeki beyaz şeylerin kaynağını merak eder. Sonunda eve gelirler. Milletin gözü derilerinin ve göz bebeklerinin esnekliği kadar açılmıştır. Bu kiminde topuk taşı, kiminde dolma taşı, kiminde de böbrek taşı boyutundadır. Köyde fal bakan kimse olmadığı için hiç kimse gözlerinin açıklığını fal taşına benzetmemiştir. Mal sahibi, mülk sahibi hani bunun ilk sahibi olan amcamız evinin, ahırın yandığını fark edemez bile. Köy çocukları olayı çoktan çözmüştür. Önce içlerinden en cingöz olanı mısırlardan bir tane yer ve kızgın kumlardan serin sulara atlamışçasına diğer çocuklara haber verir. Hepsi birer ikişer mısırlardan yemektedirler. Mısırların, ambarın, bahçenin hatta bütün köyün sahibi olan kişi ambardan gelen beyaz köpüğümsü şeyleri yiyen çocukları görür. Ve tam o sırada hemen aklına bir şeyler gelir. Bizim göremeyeceğimiz ama olayın resmedilmesi sırasında başında yanacak olan osram ampul şapkasına yapışmıştır. Hadisenin ilk şokunun hanımın üzerine atılmasıyla birlikte yine bizim göremeyeceğimiz, bu defa hikayenin yayınlanacağı ülkenin para biriminin amblemi adamın gözüne yerleşmiştir. Madem ortada yanmış bir ev, ahır vs ve bunlarla birlikte gelen bir zarar var, bu zararı kapatma ve hiç vakit kaybetmeden kara geçme zamanı gelmiştir. Hemen evin bahçesine bir perde, ses düzeni,sandalyeler, adını bilmediğim ama filmin gösterilmesine yarayan büyük bir alet getirilir. Köylüler merak içindedir. Fişini alan herkes içeriye girer, sandalyelere oturur, filmin başlamasını beklerler. Beklerken o kadar sıkılırlar ki, işte tam bu sırada yerde duran beyaz şeyler halka açılmış ve satılmaya başlanır. O günden sonra tüm sinema salonlarında bu satış bir gelenek haline gelmiştir. İnsanın karnı ne kadar da tok olsa bir kutu mutlaka patlamış mısır alınır. Yılbaşı gecelerinde, misafire ikram edilecek bir şey yoksa çayın yanına, yerli malı haftasında çocuklara mutlaka mandalina, portakal ve muzla beraber çantalarına konur.
Peki neden buna patlamış mısır denir? Çünkü mısırlar henüz ısıyla buluşmadan önce büyük bir patlama olmuştur. Artık o patlama nereden, kimden gelmiştir bilinmez ama gayet güzel tahmin edilebilir. Ayrıca mısırları bu şekilde satmak iştirakçimizi o kadar zengin etmiştir ki, o yıl borsayı, tüm esnaf ve sanatkarları, karşı köyün muhtarını ve hatta Bill’i bile patlatmış, çatlatmıştır.
Pekii... Olaya sebebiyet veren kıza ne olmuştur? Onun sonunun zaten geldiği düşünülmüştür. Ayrıca yazar oldukça sıkılmış, kendin pembe dizi yazarı görüntüsü veren saçından sıkılmış ve banyoya yeni bir şekil vermeye gitmiş ve olaya bir parça merak unsuru katıp okuyucuların homur homur homurdanmasını, bir türlü uyuyamamasını, hasbinallah deyip yataktan kalkmasını, varsa mısır patlatma makinesinin çalışmasını, yoksa tavanın içine bir miktar yağ ve tuz konulmasını, ardından afiyetlen patlamış mısır yenmesini ve yerken de bu şimdi nerden aklıma geldi gecenin bu saatinde mısır patlatmak denilmesini ve nihayetinde de okuyucuların hikayeyi unutmalarını istemiştir.

Cuma, Ocak 27, 2006

mööööömsü

İstanbul trafiği yağan kardan dolayı kısmi felç geçirmiş. Sol tarafı tutmuyomuş, şimdi altından alıyolarmış.

Perşembe, Ocak 26, 2006

önce alışveriş sonra fiş

Bu yıl 8 milyarlık fiş toplamam gerekiyordu.Meblayı zor da olsa tutturdum.
Bu bana ne oldu?
Ders oldu.
Dersin sonunda ne oldu?
Önlemler alındı.
Bu önlemlerden 3(üç)tanesini yazınız.
Fiş toplamaya Ocak ayında başlanacak.................................1
Fişlerin bulunduğu poşet çok iyi muhafaza ve müdafaa edilecek.....2
Fiş poşetinin içine bereket duası konulacak..........................3

Çarşamba, Ocak 25, 2006

güncemden günceme tamam..

Bir seyler yazmak, bir yorum yapmak gerek..öyle boş boş amuda kalkmış gibi durulmaz,dinlenilmez sadece. Arada toplamalar, çıkarımlar yapmak lazım. Her cümlenin üzerine gitmemek lazım, 1954 baskılı devletimin üniversitesinden bana ne demek lazım arada sırada. Ama hakkaten dandik yerleri çogunluktadır, bu konuda gık çıkarmamak, yapılan yorumlara şapka çıkarmak lazım.
Yollar kesişir, yolcular değişir, en sonunda kimin fişi çekilir, cadı kazanında hangi sihirler yapılır, bilinmezzz.
Temsil misal düne kadar kendime hiç yeni bir soyadı arayacağım aklıma gelmezdi, bugün ne oldu? Geldi..

Salı, Ocak 24, 2006

Sıkılan insan ne yapar?

İlk önceeee, camdan dışarı bakılır. Evin yerden yüksekliği bakımından en yakınında gözüne çarpan karla kaplı çatılar, göçememiş, buna gerek duymamış ama bin pişman olmuş, az önce annemin balkona koyduğu, karşı komşunun bize verdiği yemeği yemiş olan kuşlar, şemsiyeleri ve şezlongları hazırda bekleyen bir yüzme havuzu, birkaç cami minaresi- burada cami fazla sanırım, başka neyin minaresi olur ki- park tabelası, futbol sahası olur. Bunlar sıkıntıyı almaz tabi. Az önce içilen çay etkisini gösterir. Normal zamanda bu kadarcık çiş için tuvalete gidilmez. Ama tebdil-i mekanda ferahlık vardır düşüncesiyle odadan çıkar tuvalete gidersiniz. Oturduğun yerde mermere,kapının boyasına,musluğa bakar, üzerindeki boya vs lekelerini bir şeylere benzetmeye çalışırsın. Köşede bir parça çimento kalmış. Kemana da benzetilebilir, bir koyunun arka buduna da. Karnım acıkmamıştı ama buda benzetmek geride bıraktığımız kurban bayramına daha çok yakışıyor. Demek ki aynı tuvalete okuldaki müzik öğretmeni girse o bu çimento kalıntısını kemana belki de daha iyi çaldığını söylediği çelloya benzetecek. Belki de yalnızca kendinin böyle düşündüğünü düşünüp, ev sahipleri içerde bu kadar uzun ne yapıyor diye düşünmesin diye hemen işini bitirip çıkacaktı. Tuvalette aklıma kokular geldi. Ev şimdikinden daha kalabalık olduğunda benden önce kimin tuvaleti kullandığını geride kalan çiş ya da kaka kokusundan anlayabiliyordum. Ferda’nın çişinin çok farklı bir kokusu vardı. Çok az giderdi tuvalete, tutardı çişini, belki onun için idrar kokusu bu kadar farklıydı.Çıktım tuvaletten. Ayaklarım uyuşmaya başlamıştı biraz. Geçmiş miydi sıkıntı? Hayır. Niye? Çünkü farklı bir şeyler yapmak veya aynı işi yapıyorsan bile yalnız yapmamak sıkıntıyı geçirebilirdi. Geldim odama, oturdum masama, ekranı kapatmıştım giderken, işim uzun sürerdi belki ya da başka bir iş bulurdum kendime diye düşünerek ayrılmıştım masadan,ama bulamadım. 6 program çalışıyordu. Ekran koruyucuma gülümseyerek baktım. Hala alamadığım doğum günü hediyemdi, dolaba, yatağa, çekmeceye girmiyordu ama masamın üstündeydi işte. Rasgele bloglara baktım. Ne blogumu yemeyeyse..gittiğimiz kaplıcaları hatırladım birden. Küçükken çok sık giderdik kaplıcaya. Otel ya da pansiyon fark etmezdi. Mutlaka yan odalara girer kim ne yapıyor, ne yiyor, ne konuşuyor öğrenmeye çalışırdım. Hiçbirini tanımazdım, onlarda beni tanımazdı, kızmazdı da. Ama kulak misafiri bile olsam hayatlarına arka kapıdan da olsa misafir olarak girerdim. Yine öyle olmuştu. Tanımadığım evlere girmiştim. Aralarındaki fark kaplıcalarda bol miktarda havlu, burada ise PC ve ona has karakterler , cebe konan, koşmayı engelleyen bozuk para ve cep telefonu, içine birkaç damla yağmur düşen bir fincan kahve vardı. Gezindim, dolaştım, eski resimlere baktım ve birden spor yapma hevesim kaynamakta olan bir tencere süt misali kabardı. Annemin yanına gittim. Esra Ceyhan’ın çocuğuna yine yelek gelmiş. Bülent Serttaş 105 kiloymuş. Tam böyle elzem konuların arasında birden halının üstüne yattım ve tek kolumun üzerinde durmaya çalıştım. Önce bacaktan da yardım aldım bir süre sonra ona ihtiyacım olmadığını düşündüm. Tabi şu an içindi bu. Kaldırdım ayağımı tek basamaklı sayıları kullanırsam 3, çift basamaklı sayıları kullanırsam 2 saniye bu şekilde kaldım. Bu akrobatik hareketlerim annemi güldürmüş ve artık benden geçtiğini hatırlatmıştı. Sıkıntım azaldı. Aktivite acıktırmıştı üstelik. Yine anneme akupunktur yaparak mutfağa gittim. Bu şekilde onun ağrı eşiğini yükseltiyordum. Sıkıntım iyice azaldı. Bu yazıları yazarken pencereden dikdörtgen bir güneş girmiyordu, Çetin beni kamerasına da çekmiyordu, üstelik ortalık hiç de kalabalık değildi, sesim kısık değildi. Masama tekrar baktım. İngilizce kitapları almıştım 2 ay önce, ama içinden yalnızca fişini çıkarmıştım. İlkokul arkadaşımın kocasının dükkanından aldığım ve hayatında bir çok canlı türünün yaptığı karılık ve annelik görevini yapan, ama şu anda kendine ait bir işletmesi olan, “al sana da benden 20 milyonluk fazladan” diye özellikle belirten arkadaşımın yazdığı fişti bu. Bütün bunlar aklımdan tekrar geçti, canım sıkılmaya başladı. Yapacak çok şey vardı. Zamanını 2ye böl diyen, ama enine mi, boyuna mı bölmem gerektiğini söylemeyen dahi arkadaşlarım vardı. Ama zaman asal sayılar gibidir. Bölünmezler en çok yalnız kalan 1 sayısına ve en çok beraber olduğu kendinden başka sayıya. İnsanın canının sıkıntısı yemek yeyince azalıyor, hatta yemeğine göre tamamen geçiyor. Ve insanın canı sıkılınca karnı da acıkıyor. Hepinize afiyet olsun.


Pazartesi, Ocak 23, 2006

YOLDA ESKİ BİR KAN LEKESİ

Eski dediğimiz nedir? Bir şey yenilenmeden eskimesi mümkün müdür? 35 yıllık evli bile olsanız karınız eski karınız değildir ki.. Arkadaşlıklar nasıl peki? Eskiyor mu onlar yıllarla beraber, kim eskitiyor onları, paçalarına bacaklarına kim taşları sürüyor, kim bunları moda haline getirip fakir fukaranın hislerine tercüman oluyor?
Kim görmüş ama kim..

Yüksek bir kaldırımda giderken bir gün yanımızda birisi varsa o kaldırım eskimiştir artık, anıları vardır çünkü o her yağmurda basınca içinden su fışkıran kare taşlarda..nesnelerin eskimesi insan eliyle oluyor demek ki..

-Peki o zaman öğretmenim baştaki sorumuza dönersek ne dememiz gerekiyor?

-Onun cevabını vermen için yürüdüğün kaldırımlara bakacaksın. Beraber yürüdük biz bu yollarda demek için yolun sonuna gelmen gerek. Aynı yolda bir daha yürüyemeyecek olman gerek. Yürüsen bile aradan geçen seçim döneminde kaldırım taşları zaten değişmiş olacak. Sen o eski yolda eski arkadaşlarınla bir daha hiç yürüyemeyeceksin aslında.

Bu pek de umurunda olmayacak. Sen yoluna devam edip gideceksin, ama bir süre kafanı kurcalayacak,parmağını her burnuna götürdüğünde gelecek aklına yolda olsam bunu yapabilir miydim diyeceksin. Ve bir süre sonra yine bakacaksın ki senin parmağın kimin burnunda kimsenin umurunda olmayacak. Kesin bir tarih yok, kesin bir yer yok. Varolan tek şey artık sen yola çıktın, enerji verecek her şey çantanda. Karşı yönden gelen Texas DDI 035 plakalı otomobil sen seyir halindeyken seni seyretmeyecek..

Kendi seyir defterime baktığımda aslında benim kanlı bir yara izim yokmuş meğer. Hiç hastaneye koşmamışım, dikiş nasıl alınır hiç görmedim ben. O yüzden ufak sıyrıklar korkutuyor beni. Kanımın pıhtılaşmayacak olması, koşarak giderken en yakın polikliniğe yolların kanlanması bir ihtimaldir. Kaldırım taşlarında kan lekesi olması.

Salı, Ocak 10, 2006

YA EVDE YOKSAN :\

aşkınla ne garip hallere düştüm
herşeyim tamam da bir sendin noksan
yağmur yaş demeden yollara düştüm
içim ürperiyor ya evde yoksan

elbisem gündelik pabucum delik
haberin olsa da sobayı yaksan
yağmur iliğime geçti üstelik
içim ürperiyor ya evde yoksan

sarhoşsan kapını çaldığım anda
fahişeler gibi açık saçıksan
bir de ufak rakı varsa masanda
içim ürperiyor ya evde yoksan

bakkala gitmeme lüzum kalmasa
durumu anlardın takvime baksan
allah vere misafirin olmasa
içim ürperiyor ya evde yoksan

kıvırcık marulun vardır inşallah
bir salata yapsan bol limon sıksan
senin de iştahın iyi maşallah
içim ürperiyor ya evde yoksan

sabahlara kadar içsek sevişsek
ne ben işe gitsem ne sen ayıksan
derin bir uykunun dibine düşsek
içim ürperiyor ya evde yoksan

ne kadar üşüdüm nasıl acıktım
ilk önce sıcacık banyoya soksan
sanırsın şu anda denizden çıktım
içim ürperiyor ya evde yoksan

yanlış mı aklımda kalmış acaba
muhabbet sokağı numara doksan
boşa mı gidecek bu kadar çaba
içim ürperiyor ya evde yoksan

ya yolu kaybettim ya ben kayboldum
ne olur bir yerden karşıma çıksan
tepeden tırnağa sırsıklam oldum
içim ürperiyor ya evde yoksan

Çarşamba, Ocak 04, 2006

din, cinsellik ve gizem

Allahım, hamileyim, acaba kimden?

Pazartesi, Ocak 02, 2006

2006

Olaya bir de matematiksel açıdan yaklaşırsak 1e 5e ve kendine bölunebilen bir yıldan, 1e 2ye ve yine kendine bölünebilen bir yıla girdik. Tek değişimin bundan ibaret olacağını düşündüğüm 5 ve 2 arasındaki geçiş mutlak değerler arasında olur umarım..